Yetişkinliğe Düşüş: Yirmili Yaşlarda Hayatta Kalma Rehberi
Çoğu sabah beni Ankara’nın otobüs duraklarından birinde kırmızı atkımla sarmaş dolaş halde bulabilirsiniz. Kulaklığımda The National’dan Slow Show çalıyor. Yirmili yaşlarımın başındayım ve yetişkinliğe serbest düşüşteyim.
Standing at the punch table swallowing punch
Can’t pay attention to the sound of anyone
Bu şarkıyı beliren yetişkinliğin temsilcisi olarak görüyorum çünkü bir panik atağa benziyor. Hiç düşmeyen bir temposu var ve Matt Berninger boğuk sesiyle kelimeleri tempoya yetiştirmekte zorlanıyormuş gibi hissediyorum. Benim de bir yerlere koşturmadığım tek zaman dilimi günlük otobüs yolculuğum oluyor çoğu zaman.
A little more stupid, a little more scared
Every minute more unprepared
Bir zamanlar, yetişkinliğe giden yolun merdiven çıkmak gibi olacağını sanardım. Önceden belirli adımlar içeren temiz, sabit bir yol. Yetişkinliğin ilk adımını, 18 oluşumu, toy bir küstahlık ve cesaret ile atma sebebim buydu. Daha o zamandan önümü görebiliyordum, hayat bana ne yapabilirdi? İlk adımımı boşluğa atınca fark ettim, ortada bir merdiven yokmuş. Yetişkinliğe çıkmak yok, yetişkinliğe düşmek var.
Slyvia Plath, otobiyografik esintiler içeren Sırça Fanus’u yayınladığında on dokuz yaşındaydı. Kitapta ana karakterin bir incir ağacında oturduğu bir sahne vardı. Ağacın dallarındaki incirlere bakıp içinden birini yemek istiyordu ama her biri o kadar güzeldi ki birini seçmeye çalıştığı sürede hepsi çürüyüp ağaçtan düşüyordu. Marcel Proust da, Kayıp Zamanın İzinde’de benzer bir deneyiminden şu şekilde bahsetmişti: Başlamasını sabırsızlıkla beklediğim hayatımın çoktan başlamış olduğunu fark ettim.
Bu iki örneğin Slow Show şarkısıyla ortak noktaları, hayat karşısında ne yapacağını bilememe durumunu anlatıyor olmaları. Sahiden 20’li yaşların başlangıcına beklenmedik bir şaşkınlık eşlik ediyor çoğunlukla. Çevrenizde ne olup bittiğini tam göremeden düşmeye devam ediyorsunuz. Yolun sonunda ne olacağına dair bir fikriniz de yok.
Yirmili Yaş Bozukluğu
I made a mistake in my life today
Everything I love gets lost in the drawers
I want to start over, I want to be winning
Way out of sync from the beginning
Yetişkinliğe doğru düşüşe kendimce bir isim verdim: Yirmili Yaş Bozukluğu. Bana göre yirmi yaşına giren herkese bulaşıcı. Bir başka belirtisi de bildiğiniz dünyanın hızla değişmesi. Tek bildiğiniz, hayatınız boyunca tanıdığınız yeri bırakıp başka bir şehre yerleşmek gibi mesela. Çocukluk evinden taşınmak ya da bir zamanlar her gün gördüğünüz insanlarla bambaşka şehirlerde sıfırdan hayata başlamak gibi. Bunların hepsi çok heyecanlı olabildiği gibi insanı sudan çıkmış balığa çevirme potansiyeli de yüksek.
Her zaman bildiğiniz ama bence yirmili yaşlara kadar tam anlamadığınız bir başka gerçek de, zamanın içinde kalan hiçbir şeyin geri alınamaması. Bazen, mevcut hayatınızdan gayet memnun olduğunuz halde, kendinizi çok geride kalmış zamanları düşlerken bulabiliyorsunuz. Geçmişe dönüp bir şeyleri değiştirmek istediğinizden değil, nasıl ilerleyeceğini ezbere bildiğiniz bir olay örgüsünü yeniden yaşamanın vereceği rahatlık için. Belki hepimizin yirmili yaşlara gelince yıllar önce izlediğimiz dizileri başa sara sara izleme sebebimiz de budur. Belirsizliğin gölgesi olmadan bir şeylerin tadını çıkarma şansı.
Böyle anlatınca sanki yirmili yaşlar pek kötüymüş gibi oldu. Yanlış anlaşılmasın, yirmili yaşlar harikadır. Kendine ait bir hayat kurmak ve özerk olmak mesela. Yalnızca bunların hepsine eşlik eden, ara ara kendini hissettiren bir telaş var. Slow Show’un hiç düşmeyen temposu gibi, sürekli bir yere koşturmak zorunda hissedebiliyorsunuz.
Derdime Deva Başka İnsanlardır
Nakaratında Slow Show, kendini yirmili yaşların temsilcisi gibi gösterirken aslında aşk şarkısıymış izlenimi veriyor.
I wanna hurry home to you
Put on a slow, dumb show for you and crack you up
So you can put a blue ribbon on my brain
God, I’m very, very frightened, I’ll overdo it
Aslında aşk şarkısı olup olmaması önemli değil çünkü yirmili yaş bozukluğunun tedavilerinden biri diğer insanlar. Yirmili yaşlarındaki kişinin hayatına sızdığı gibi ilişkilerine de sızıyor tabii ölçülülük kaygısı. Savunmasızlığın, dürüstlüğün, sevgi göstergelerinin ve güveninin doğru ölçüsünü bulma ihtiyacı. Bulamadığında yargılanma, reddedilme, eksik bırakılma korkusu. Bu duygular pek yersiz değil ama sandığımızdan daha önemsiz aslında. Çoğu bozukluğun aksine Yirmili Yaş Bozukluğu bulaşıcı değil ve ancak başka insanları yakın tutarak tedavi edilebiliyor. Başka şehirde kendi hayatını kuran arkadaşının hediyesi bilekliği ya da bir başka arkadaşından ödünç alıp geri vermeyi unuttuğun kirazlı tokayı her gün takarak mesela. Bir tek sen yaşıyorsun sandığın korkunç bir gerçekliği açtığında, “Sadece bende var sanıyordum.” diyenlere tutunarak. Birlikte yirmi yıl geçirdikten sonra hayatın sormaya başladığı sorulara (henüz) bir cevabımız olmayabilir. Ama bunda da tadını çıkaracak bir şeyler var.
Yetişkinlik konulu başka bir yazımıza buradan ulaşabilirsiniz.
Bu yazının ilham kaynağını buradan dinleyebilirsiniz.
Öne Çıkan Görsel: anothermag.com
Editör: Rana Çevik
20’li yaşların serbest düşüşe benzetmene bayıldım Bahar. Geçen gün Rana’yla konuşurken boşlukta süzülüyormuş hissinden bahsetmiştik ve biraz süzülmesi gerektiğinden, belki de o boşlukta bir şeyler bulabileceğinden bahsetmiştim kendisine. Belki de kendimiz olabilmemiz için serbest düşüş gerekiyordur hepimize. Bu kötü değil aksine güzel bir şey bence. Tabii ki yaşarken algıladığımız bu olmayabiliyor ancak dönüp bakınca keşke dediğim, pişman olduğum, üzüldüğüm her şeyi yaptığım için mutluyum. Yazına benim yazımı da linklemen çok gururlandırdı beni🥹 Sen ve kırmızı atkına bu serbest düşüşte bol şans diliyorum 😊