Travma: Yeni Bir Tanı
DSM ile birlikte psikolog ve psikiyatrların “travma”yı anlamak için kullandıkları genel tanımlama şudur: Bireylerin genel deneyimlerinin dışında kalan ve neredeyse herkes için stres kaynağı olduğundan stres yaratan olay. Ciddi hayati tehlikeyle karşı karşıya kalmak ya da fiziksel bütünlüğe karşı bir tehditle karşılaşmak, bireyin aile üyelerinin ve/veya yakın çevresinin hayatının tehlikeye girmesi ve/veya hayatını kaybetmesi ve bir diğer insanın ciddi şekilde yaralanmasına ölmesine tanık olmak; bu stres yaratan olayların başlıcaları olarak söylenebilir. Travma, bu acı verici olaylar ile bireyin bu olaylara vereceği tepkinin bir sentezidir. Bu olay nedeniyle hayatının neredeyse her alanında işlevselliğini yitiren birey yoğun öfke, korku ve huzursuzluk yaşar: Travmatize olmuştur. Acı verici ve korkunç olayları inkar etme isteğiyle onları yüksek sesle ilan etme isteği arasındaki çatışma travmanın merkezini oluşturur.
Travmatik deneyimi yaşayan bireyin yaşı ne kadar küçükse travmatize olma olasılığı da bir o kadar artar. Ayrıca bireyin halihazırda bir psikolojik rahatsızlığının olması ve/veya çocukluğunda ihmal ve istismara maruz kalmış olması da travmanın olumsuz etkilerini arttıran etkenlerdir. Bununla beraber bireyin benlik saygısının ve kontrol odağının (locus of control) biçimi de bunu etkileyen faktörlerdir: Bireyin benlik saygısının yüksek olması ve iç kontrol odağına sahip olması (başarı ve başarısızlıklarının dış dünyadan ziyade kendisinden kaynaklandığını düşünmeye mail bireyler) travmanın olumsuz etkilerini azaltma eğilimindedir.
Travma ve travmatik yaşam deneyimleri, tanımın söylediği gibi hayatımızın olağan akışının dışında olduğu gibi bir o kadar da yakınımızdadır. Kazalar ve hastalıklar gibi belki de her gün duyduğumuz olaylar da travma yaratır. Bu olaylar elbette ki psikolojinin ortaya çıkması ve gelişmesiyle beraber gündemimize girmedi, yüzyıllardır yaşanıyorlar ve yaşanmaya da devam edecekler. Peki modern travma çalışmalarının temeli nereden gelmektedir?
- Travma Çalışmalarının Tarihi
Psikolojide travma çalışmaları üç siyasi temel taşı üzerinde şekillenerek ilerlemiştir: 19. yy sonlarında Fransa’daki cumhuriyet ve kilise çatışmalarıyla ortaya çıkan histeri çalışmaları, Birinci ve İkinci Dünya Savaşları ile başlayıp Vietnam Savaşı’yla zirve yapan shell shock (savaş nevrozu) çalışmaları ve cinsel ve ev şiddetin kamuoyu gündemiyle başlayan feminist hareket sonucu ortaya çıkan ve günümüze en yakın travma çalışmaları.
Histeri sözcüğü, Eski Yunanca bir kelime olan hysterikos (rahme ait) sözcüğünden türemiştir. Histeri sadece kadınlarda görülen bir rahatsızlık sanıldığından kimse bu terimi sorgulamamış hatta terim çokça popüler olup kabul görmüştür. Mark S. Micale’a göre “Erkeklerin kadınlarda anlayamadığı ya da kontrol edemediği her şey için kullandığı dramatik bir terim”dir. 19. yüzyılın sonlarına doğru ünlü Fransız nörolog Jean-Martin Charcot’nun önderliğinde histeri çalışmaları hız kazandı. Charcot, uzun süre tımarhane işlevi görmüş büyük bir hastane tesisi olan Salpêtrière’i araştırmalarının merkezi haline getirip her hafta hastalarıyla açık oturumlar gerçekleştirdi. Bu araştırmalara ve oturumlara dönemin ünlü bilim insanları katılmış olsa da aralarından iki tanesi psikoloji tarihine geçecek çalışmaların temellerini atacak isimlerdi: Pierre Janet ve Sigmund Freud.
1890’ların sonlarına doğru bu iki isim de histerinin sebebine dair birbirlerinden bağımsız bir şekilde ortak bir sonuca vardılar: Histeri, psikolojik travmanın bir sonucuydu. Travmatik deneyim’in yarattığı katlanılamaz psikolojik ve fiziksel reaksiyonlar başka bir bilinç durumu ortaya çıkartıyordu: Janet’ye göre “çözülme”, Freud ve ustası Joseph Breuer’e göre “ikili bilinç”. Bu iki grubun histeri ve travma konusundaki görüşlerinin arasındaki en önemli fark ise Janet, histeri potansiyeli ve ihtimalinin psikolojik zayıflığa bağlı olduğunu düşünüyordu. Freud ve Breuer, mental olarak en güçlülerde bile görülebileceğini savunup çalışmalarına bu yönde devam ettiler. Bu çalışmalar sonucunda ise histerik semptomların öyküleştirilebildiklerinde azaldığını fark ettiler ve psikoloji tarihinin belki de en meşhur hastası Anna O.’nun deyimiyle “konuşma terapisi” ya da bugün bildiğimiz adıyla “psikanaliz”in temelleri atılmış oldu.
Dünya Savaşları ile birlikte “histeri”nin erkeklerde görülebildiğini gösteren semptomlar ortaya çıkmaya başladı. “Shell Shock”, savaş nevrozu, olarak bilinen bu semptomlar, bilim dünyasının gözlerini tekrar travma araştırmalarına çevirmesini sağladı. İlk histeri araştırmalarındaki gibi bu sefer de savaş nevrozunun “korkak ve onursuz” askerlerde görüldüğü görüşü yayıldı ve hatta utandırıp cezalandırmaya yönelik tedaviler gündeme geldi. Bu tedavi yöntemleri, W. H. R. Rivers’ın bir savaş kahramanı ama aynı zamanda savaş karşıtı görüşleriyle dikkatleri üzerine çekmiş olan Siegfried Sassoon’u psikanalize dayalı “insani” terapi yöntemleriyle tedavi etmesi sonucu gözden düştü ve hem travmanın kendisi hem de tedavisi ciddiye alınır bir psikiyatrik rahatsızlık olarak değerlendirilmeye başlandı. Buna rağmen ancak yıllar sonra, 1980 yılında, APA tarafından DSM’e tanı olarak eklendi.
Travma Sonrası Stres Bozukluğu ile ilgili sitemizdeki yazıya buradan ulaşabilirsiniz.
- Yeni Bir Tanı
Travma, Tip 1 ve Tip 2 olmak üzere ikiye ayrılır: Tip 1 Travma, başlayıp biten ve tek sefere mahsus travmatik yaşam deneyimlerini kapsar (saldırı, doğal afet vs). Tip 2 Travma ise ihmal ve istismar gibi süregelen travmatik deneyimlerdir. Judith Herman ve Bessel van der Kolk gibi travma alanında uzmanlaşmış bazı ünlü bilim insanlarına göre geleneksel TSSB tanısı Tip 2 travmatik deneyimlerin yarattığı duygusal, fiziksel ve hatta kişilikteki değişiklikleri kapsamadığını savunurlar. Herman’a göre süregelen travmanın yarattığı semptomlar resmi tanıdakinden çok daha karmaşık olabilmektedir.
Ergenlik çağında kişilik ve davranış bozuklukları zannedilebilecek kadar ileri gidebilen bu semptomlar, travma mağdurlarının yanlış tanı almalarına dolayısıyla yanlış tedaviyle hem mental hem de fiziksel anlamda daha da zarar görmelerine neden olmaktadır. Bu yüzden travma alanı yeni bir tanıya ihtiyaç duymaktadır: Kompleks Travma Sonrası Stres Bozukluğu. Travmanın yarattığı etkilerin tekil birer semptomdan ziyade basit TSSB’den uzamış ve süregelen kompleks travmaya doğru uzanan bir yelpazede incelenmesi gerektiğini savunan Herman, Kompleks Travma Bozukluğu’nun semptom ve tanı kriterlerini özetle şu şekilde tanımlamiştır:
- Uzun bir süre totalter bir kontrole maruz kalma geçmişi (İhmal ve istismarın yanı sıra rehineleri ve savaş esirlerini de kapsar).
- Duygulanım düzenlemede değişmeler.
- Bilinçte değişiklik.
- Kendilik algılamasında değişiklik.
- Faili algılamada değişiklik.
- Başkalarıyla ilişkide değişiklik.
- Anlam sisteminde değişiklik.
Bessel van der Kolk ve onun önderliğinde psikolog, psikiyatrist ve doktorlardan oluşan bir grup bilim insanı Judith Herman’ın tanısına benzer bir tanı tasarısı hazırlayıp APA yetkilileriyle DSM’in yeni baskısına eklenmesi için van der Kolk’un deyimiyle gayet olumlu geçen bir toplantı yapmış ancak APA böyle bir tanıyı ekleme gereği duymamıştır. Resmi olarak TSSB dışında bir tanı olmasa da süregelen travmanın yarattığı olumsuz etkilerin daha farklı olduğu görüşü adlandırmaları farklı olsa da epey yaygındır.
Kaynaklar
Herman, J. (2015). Travma ve iyileşme: Şiddetin sonuçları, ev içi istismardan siyasi teröre (Çev. T. Tosun). Literatür Yayınevi.
Levine, P. A., ve Frederick, A. (2013). Kaplanı uyandırmak. (Z. Yalçınkaya, Çev). Butik Yayıncılık.
Solmuş, T. (2015). Travma psikolojisi: Hayatımızın kırılma anları (1. baskı). Nobel Yaşam Yayınları.
Görsel: Freepik
Editör: Rana Çevik