Kendini Var Et

Ben kimim? Ben? “Ben” adı verilen bir varlık var. O “ben” de kim? O beni “ben” tanıyor muyum? Beni “ben” tanıyorsam “ben” nasıl oluştu? Beni ben yapan ne? 

Benlik, varlık sorgulamaları hayatımızın bir döneminde veya inişli çıkışlı herhangi bir zamanında aklımıza gelen/gelebilen sorulardır. Kendini arayan, kendisini sorgulayan varoluş/varlık ancak “insan” olabilme kabiliyetine ve cesaretine sahip olabilir.

 

İnsanın varoluş sancısı çekmesi kadar olağan bir olgu daha yoktur. Yoksa siz bir gün yatağınızdan kalktığınızda Franz Kafka’nın Dönüşüm adlı eserindeki karakter olan Gregor Samsa gibi kendinizi böceğe dönüşmüş olarak bulduğunuz anda mı kendinizin kim olduğunu bulmaya çalışmak/bulmak zorunda kalmak isterdiniz? Analojik bir örneğin bile tüylerimizi ürpertmeye yeteceğini düşünüyorum. Bir gün yataktan kalktığımızda büyük bir başkalaşım ile aynadaki yansımamızı görmemize gerek kalmadan o her gün aynada gördüğümüz, saçına başına çeki düzen verdiğimiz o kişiyi ne kadar tanıyoruz? İç benliğine ne kadar inebiliyoruz? Veya derine inmekten korkup konfor alanımızdan ödün vermek istemiyor muyuz? Farkındalık kazanmaya çalışmaya karşı direnç gösterirken bir “insan” olarak yaşamaya devam ettiğimizi bize kim kanıtlayabilir? Kafamızda deli sorular ile zihninizi bulanıklaştırıp mevzuyu daha da içinden çıkılmaz bir kıvama getirmek değil niyetim. Niyetim, bir fener olmak…

 

Sorgulamak, derine inmek, neliği bulmaya çalışmak toplumsal normlarımıza yerleşmiş bir korku nesnesi olmuş durumda. Sokrates’in deyimi ile “Sorgulanmamış hayat, yaşamaya değmez!” desturu ile yaşama yaklaşmak bizi a noktasından b noktasına götürebilir. Sorgulamaktan korktuğumuz sürece ise a noktasının etrafında kısır döngüler çizmekten öteye gidemeyiz. Öyleyse psikoterapi  süreçlerinin de olmazsa olmaz yöntemlerinden biri olan sokratik sorgulama yöntemi ile kendi iç dehlizlerimize inme cesaretini gösterebiliriz. 18. yüzyıl Aydınlanma dönemi filozoflarından biri olan Immanuel Kant: “Sapere aude! Aklını kendin kullanma cesaretini göster!” sözü bizim için büyük bir başlangıç noktası olabilecek niteliğe sahip. Gelin, varoluş problemini şimdi en başından ele almaya gayret gösterelim.

Varoluş probleminin kişide vuku bulduğu zaman diliminin ergenlik dönemine rastgeldiğini düşünürsek burada büyük bir bunalım, depresyon olduğunu/olabileceğini görmekteyiz. Peki, hayatımızda bu kadar sancılı bir dönemi yaşamadan bir sonraki sekmeye geçemez miyiz? Geçtiğimizi sanabiliriz ama bilinçdışında her yaşanmamışlık bir tortu bırakabilir. Toplumsal normlardan kendimizi arındırarak öncelikle biyolojik ve psikolojik olarak gelişim basamaklarımızı değerlendirdiğimizde varoluş sancısı çekmemizin ne kadar da olağan bir süreç olduğunu kabullenmemiz gerekiyor. Ben kimim? Nerden geldim, nereye gideceğim? Bu hayata, bu aileye, bu topluma vs. gelmeyi ben mi tercih ettim? Tercih etmedi isem neden buradayım? Sorgu, sual listemiz alabildiğince uzayabilecek niteliğe sahip. Ve bu sorular içinde boğulmak çok acı veriyor…

Şimdi şunu bir düşünmenizi istiyorum. Muhakkak iyi veya kötü, eksik anlatımlı veya abartılı anlatımlı bir doğum hikayesi herkesin kulağına gelmiştir. Veya bir kedinin vs. doğum sancısına, doğum anına şahit olmuşsunuzdur. Keza birebir keza belgeseller sayesinde. Söylemek istediğim şu ki, doğum süreci ne doğuran ne de doğurulan için pek de kolay bir süreç değil. Annenin ağrıları, ölüm ile kalım arasındaki savaşı ve sizin ciğerlerinize aldığınız o ilk oksijen ile acı çekerek feryat figan ağlamanız… Tebrikler, bir saniye dahi olsa akciğerlerinize oksijen girdi ise siz hukuken de tüm yasal süreçlere sahip bir bireysiniz artık… Peki, bu senaryoda en çok acı çeken kim? Evet, olasılıklar değişkenlik gösterdikçe verilebilecek cevap değişkenlik gösterecektir ama işaret etmek istediğim asıl nokta; doğuran kimsenin özellike fizyolojik olarak büyük bir var etmeye aracı olma sancısı çektiğini görüyoruz. Şimdi, yıllar film şeridi gibi geçsin, ilerlesin ve bin bir zorluk ile dünyaya getirilen o el bebek gül bebek olan siz her imkana sahip olmanıza rağmen nasıl olurda tekrar var olma sancısı çekebilirsiniz? Evet, sunmuş olduğum söylem, aşırı derecede negatif eleştiri taşımaktadır. Bunun nedeni, sizlere olguyu daha derin anlatabilme gayesi taşıyor olmam. Siz, gözünün içine bakılıp, bir dediği iki edilmeyen narin ergen, nasıl olur da varoluş sancısı çekmek, depresyona girmek gibi bir eğilim gösterirsiniz? Ne kadar ayıp… Ne ettin asuman… 

Tabi ki sunduğum senaryo illaki bu şekilde olacak gibi bir iddiam yok, varlığınızı sorgularken kesinlikle depresyona gireceksiniz diyemem. Sadece sunmak istediğim, zihinlerde yeni bir pencereye imkan vermesini dilediğim olgu, depresyona girmek çok normaldir! Hayatımızın bir döneminde depresif bir moda girebiliriz, asıl mesele bunun farkındalığına vardığında bu durumdan kurtulabilecek sorumluluğu, cesareti gösterebilmek!      

Doğum sancısı örneğine geri dönersek, annemizin bizi doğururken çektiği acı, en bariz olarak fizyolojik açıdan acıyı biz ergin olma durumunda tekrar yaşıyoruz ama daha farklı bir formatta! Nasıl yani? Ruhumuz sanki prangalara vurulmuş, sancı içimizde kocaman bir boşluk var ve asla yeri dolmuyor, dipsiz bir kuyu… Psikolojik olarak çektiğimiz bu acı bizi kendimize getirebilecek yegane bir dayak işte. Her şeyin siyah beyaza büründüğü, hiç bir şeyin tadı tuzu olmadığı bu dönem, bizim gözümüzün nuru olarak nitelendirmemiz ve ona şefkatle davranmamız gereken bir zaman dilimi. Çünkü işte o zaman seni “sen” yapan o kişiyi keşfedebilecek ve ona kocaman sıkı sıkıya sarılabileceksin. Hayatın binbir türlü olasılık ve bilinmezlik sahnesini kabullenecek, yaşama savaş açmaktansa ona gül bahçeleri vadedeceksin. Nasıl peki? Bunu, 20. yüzyıl varoluş felsefesinin temsilcisi Sartre “Varoluş, özden önce gelir!” sözü ile özetleyebiliriz. Burada anlatmak istediği şey, metinde verilen örnekteki bedeninizin anneniz vs. aracığılığı ile zaman dizgisinde önce olması iken sonrasında ancak Sartre’in Bulantı adlı eserinde örneklerini daha sağlıklı bulabileceğiniz ruhsal sancılar ile özünüzün doğacağı, var olacağıdır. 

İşte burada depresif moda girdiğiniz için kendinizi tebrik etmelisiniz. Çünkü siz Kant’ın dediği gibi aklınızı kullanma cesareti gösterdiniz, sorguladınız. Hemde en derinliklerine kadar… Bulantınız sayesinde insan olabilme sorumluluğunu omuzlarınıza yüklediniz. Artık düştüysek kalkarız, daha ölmedik ya… diyebilmek için cepleriniz çok daha dolu… Eğer bu döneme girdiğinizin farkındalığına sahip olamasa idiniz zaten bulantı yaşayabilme ihtimaliniz olmazdı. Çünkü ancak insanı insan yapan özelliği olan düşünebilme kabiliyetine sahip olabilenler, öncelikle çuvaldızı kendisine batırır! Yine kendimce oluşturmuş olduğum bu özlü sözlerle ne diyor olabilirim ki? 

Kişi sorumluluk almaktan kaçındığı anda, tüm olan bitenlerin suçlusu olarak başkalarını, hayatı, kaderi gösterir. Determinist 1 (Vikipedi, 24 Kasım 2021) hatta fatalist 2 (Vikipedi, 14 Ekim 2021) bir bakış açısı hakimdir ufkunda. Dipnot kısmında açıklamasını sunduğum bu kavramlar ile kişi kendi hayatının belirleyicisi, sorumlusu olmaktan tamamen kaçmakta ve kendisinin değişmesine, çaba göstermesine gereklilik bile hissetmemektedir. Bu kısıtlı bakış açısında olan birinin varoluş sancısı çekebilmesi ne kadar mümkündür? Bunu sizlerin nezdine bırakıyorum. Ancak, hayata otodeterminist 3 (Yıldırım, 2019) perspektiften bakan bir kimse hayatı olduğu, göründüğü gibi kabul etmeyecek, ipleri eline almak isteyecek ve sürekli sorgulayıp altında yatan asıl nedeni masaya yatırmaya çaba gösterecektir. Bu uğraş onu derin bir varoluş sancısına soksa dahi kendini var etme serüveninden inanılmaz keyif alacak  ve özgürlük çanlarını kendi için kendi çaldıracaktır. İşte, kendini bulduğu o an, ne kıymetli, ne eşsiz bir andır! 

Herkesin kendi karanlık dehlizlerinden geçebilme cesaretini gösterebilmesi ve kendini var ederek özgürleşebilmesi dileği ile!

Dipnotlar

  1. Determinizm, belirlenircilik, gerekircilik veya belirlenimlilik evreninin işleyişinin, evrende gerçekleşen olayların çeşitli bilimsel yasalarla, örneğin fizik yasaları ile, belirlenmiş olduğunu ve bu belirlenmiş olayların gerçekleşmelerinin zorunlu olduğunu öne süren öğretidir.
  2.  Fatalizm, yazgıcılık, kadercilik, tüm eylemlerin ya da olayların evrendeki yasaların boyunduruğunda olduğunu vurgulayan bir felsefi öğretidir.
  3. Otodeterminizm, insan davranışını belirleyen, etkileyen bir takım etkenler var olsa da özgürlük, kişisel olarak elde edilebilir. Kişiye özgürlük ve ahlaki ortam hazır olarak sunulmaz; fakat bu, kişinin asla özgür olamayacağı anlamına gelmez. Çünkü kişi kendi özgürlüğünü kendi yaratır. Bu özgürlüğün tek sınırı vardır ve o da Tanrı ya da doğa gibi dış etkenler tarafından değil, ancak insan aklının kendisi tarafından konulmuş bir sınır olabilir. Bu sebeple, insan aklını kullanarak özgürleşebilir.

 

Kaynaklar

Yıldırım, F. (13 Kasım 2019). Otodeterminizm (ahlaki özerkik) nedir, ne demektir?. https://www.felsefe.gen.tr/otodeterminizm-oto-determinizm-ahlaki-ozerklik-nedir-ne-demektir/

Vikipedi (24 Kasım 2021). Determinizm. https://tr.wikipedia.org/wiki/Determinizm

Vikipedi (14 Ekim 2021). Fatalizm. https://tr.wikipedia.org/wiki/Fatalizm

Öne Çıkan Görsel: twartgallery.com

Görsel 1: twartgallery.com

1 Yorum

Yorum Bırak