Kendini Yeniden Tanıma Çabası: Return To Seoul
Return to Seoul
Mine Söğüt, “Başkalarının Tanrısı” adlı eserinde “Dille duygular arasında karmakarışık bir ip var gerili. Üzerinde yürürken düşmemek çok zor” diyor. Return to Seoul, Freddie karakterinin yaşadıkları özelinde sadece dile karşı olan yabancılıkla açıklanamayacak kadar incelikli işlenmiş bir film. Ancak özellikle ilk bölümde karakterin yaşadıklarını düşününce zihninizde filmle bir araya gelmeyi başarıyor.
Film, aidiyet hissinin peşine düşmekten çekinmeyen Freddie’nin üzerine çok da düşünmeden aldığı bir kararla evlatlık alınmadan ve Fransa’da büyümeden önce doğduğu yer olan Seoul’a dönmesi ile başlıyor. Karşıt olgusal düşünmeyi, geçmişin bir yönünü zihnimizde değiştirerek olabilecekleri hayal etme ve bu yaşanabilecekler üzerinden olasılıklar üretme şeklinde özetleyebiliriz. Freddie karakterinin ise zihninde ürettiği olasılıklardan biri kendisinin evlatlık alınmasına bağlı. Büyüdüğü aile ile aslında dahil olması gereken hayat arasındaki farklar, karakterin zihninde dönüp duran olasılıklara bir yenisini eklemesine neden oluyor. Fikrimce, karşıt olgusal düşünce perspektifinden aradaki fark, özellikle ilk bölümde filmde başarılı bir şekilde işlenmiş.
Dil ile Duygular Arasında Gerili Olan İp
En dikkat çekici noktalardan birinin de, dil ile duygular arasında gerili olan o ip üzerinde yürüyebilen bir karakterin filme dahil edilmiş olmasından kaynaklandığını düşünüyorum. Freddie, Fransa’da büyüyen fakat aslen Koreli bir kadın. Tina ise Fransızca konuşabilen Koreli bir kadın. Bu iki karakter üzerinden dil ve duygu dinamiği başarılı bir şekilde kuruluyor. Böylece Freddie’nin özellikle filmin ilk bölümünde yaşadığı iletişim sorunları Tina’nın çevirileri sayesinde çözülüyor. Aslında Tina, iletişimde taraflar arasında köprü görevi üstleniyor. Üstlendiği bu görev sırasında, iletişim taraflarına ait her durumun farkına varabiliyor. Bu sayede de tarafların duygularını ve düşüncelerini anlıyor. Kimi zaman ise kendi anlamlandırmaları üzerinden iletişime yön veriyor. Freddie, filmin ilk bölümünde her an aşina olmadığı bir kültür unsurunun etkisi altında olduğu için seyirci olarak tedirginlikten doğan bir kaygının izini sürebiliyoruz. Bu kaygının dağıldığının hissedildiği anlar Tina sahnelerine denk geliyor. Tedirginlik hissinin yoğunlaştığı anlar ise sanki filmde kullanılan müzikler aracılığıyla sunulmuş.
Sahnelerin Ardındaki Yardımcı Unsur: Müzik
Müzik, sanatın en güçlü formlarından birisi bana kalırsa. Gücünün kaynağını ise dinleyen kişinin ifade edemediği, belki de farkında bile olamadığı bir his ya da düşüncenin sanatçının cümleleriyle bir bütün haline gelip anlamlandırılmış olmasından alıyor. Müziğin gereğinden çok dizilerin veya filmlerin içinde kullanılmasını, anlatıyı kısaltmada kestirme bir yol olarak gördüklerinden dolayı eleştiren birçok insan var. Ancak bazı sahnelerde karakterin yaşadıklarını izleyici, seyirci koltuğundan dahi olsa kullanılan müzikler aracılığıyla anlamlandırabiliyor.
Açıklamaya çalıştığım bu duruma en güzel örneklerden birinin Aftersun filminde olduğunu düşünüyorum. Filmin bir sahnesinde “Under Pressure- Queen” çalarken karakterin, zihninde var olan boşlukları şarkının ritmine göre doldurmaya çalışma çabası ile izleyicinin karakterin yaşadığı çıkmazı anlamlandırma çabası birleşiyor. Return to Seoul filminde ise “Anybody- Jérémie Arcache” şarkısının çaldığı sahnede filmin bu kısma gelene kadar karakterin de izleyicinin de hazırlıksız yakalandığını sandığı kendini bulma arayışı, müzik sayesinde yansıtılıyor. Bu yüzden incelikli hazırlanmış soundtracklerin olduğu işlerin karakterleri ile çok daha fazla bağ kurulmasının sebeplerinden birinin müziğin etki gücü olduğunu düşünüyorum.
Filmin ilk bölümde bıraktığı karmaşık hisler yerini, ikinci partta Freddie’nin tedirgin geçtiği sokaklardan artık adımlarının gideceği yolu kendinden emin bir şekilde alabiliyor olmasına bırakmış. Bu bölümün en dikkat çeken noktası ise, Freddie’nin işinden bahsettiği bir sahnede kendisine “Truva Atı” benzetmesi yapılması. İlk bölümde, başka bir karakter üzerinden kurulmaya çalışılan köprü görevini artık Freddie’nin çalıştığı şirketin Fransız, müşterilerin ise Koreli olması üzerinden üstlendiğini görüyoruz. Belki de hazırlıksız bir anda duyduğu bu benzetmenin etkisinden dolayı doğum gününden bahsediyor. Bu bahsetmenin ise tek bir odak noktası var aslında: Annesinin bir yerlerde kendisini düşünüp düşünmediği.
Film, incelikli işlemeyi başardığı diyalogları sayesinde kendine özgü bir akışa sahip demek yanlış olmaz. Kimi diyaloglarda karakter kendisine çok ağır geldiğini bildiği bir hissi hiç zorlanmadan ifade ederken kimi diyaloglarda hiç ummadığı bir anda gelen birilerinin kendisini gördüğü düşüncesi ile durgunlaşıyor. Sadece başrol değil diğer karakterler de karikatürize edilmeden yaratılmayı başarıldığı için film diyaloglar sayesinde kendine özgü bir akış oluşturmayı başarıyor.
Aidiyet Hissi
Film bir sonraki bölüme doğru ilerledikçe Freddie karakterinin, ait olduğu yeri bulmaya ve aidiyet hissinin peşinden koşmaya çalışırken kendini kaçtıkları ve korkuları gibi yerlerden de tanımaya başladığını görüyorsunuz. Aslında yüzleşmek istemediği duyguları, düşünceleri hazırlıksız olduğu bir anda yok sayamayacağı bir şekilde etkisini gösteriyor.
Bir alıntının karakterle bağdaşlaştırdığım özelliği ile başladığım yazının sonunu, yine karakterle bağdaşlaştırdığım bir başka alıntı getirecek. Film boyunca karakterin inişleri, çıkışları ve ne hissettiğini anlama çabası benim aklımda Barış Bıçakçı’ya ait bir cümle ile bütünleşti: “Hareket etmezsen acı üzerinde birikir.”
Return To Seoul filminin fragmanına buradan ulaşabilirsiniz!
Sitemizdeki diğer bir film eleştirisi yazısına buradan ulaşabilirsiniz!
Öne Çıkan Görsel: www.mubi.com
Editör: Gülbin Daldal