Yeni Bir Şehir, Bolca Özlem, Birazcık Cesaret ve Öznel Hisler

Yeni Bir Şehir, Bolca Özlem, Birazcık Cesaret ve Öznel Hisler

Hayatın insanı nereye sürükleyeceği belli olmuyor. Kimi zaman kendi seçimlerimizin bir sonucu olarak kimi zamansa zorunda kaldığımızdan doğduğumuz büyüdüğümüz şehirlerden uzaklaşıyoruz. Yıllardır sokaklarında iz bıraktığın, istemsizce kendini bütünleşmiş bulduğun o şehirden ayrılmak… Hem bilinmeyenin getirdiği korku hem de büyüleyici bir merak duygusu içerisinde kat edilen yollar…

Bu yazıyı yalnızca iki aydır tanıdığım bir şehrin göbeğinde, adını bilmediğim ve çok da kalabalık olmayan loş ışıklı bir kahve dükkânında yazıyorum. Bir şehre tamamen yabancıysanız en büyük avantajınız yeni mekân keşfetme konusunda sınırsız imkânınızın olması. Neticede oturup bir bardak çay içeceğiniz bir mekân bile sizin için keşif sayılacak çünkü. Yalnızca ufak bir Google aramasıyla onlarca kafeyi sizi çağırırken bulabilirsiniz.

Ancak Google aramasıyla bulamayacağınız şeyler de var tabii. Mesela doğduğunuzdan beri sizi çevreleyen evinizin duvarları, anahtarları çevirdiğinizde sanki evde işkence görüyormuşçasına kapı aralığından tüymeye çalışan kedileriniz ve en önemlisi de bir şehir dolusu insan… Bir şehir dolusu dediğime bakmayın siz, benim için şehir onlardan ibaretti çünkü. Üzgünken, mutluyken, kafam karışmış halde hayatımı sorguluyorken yanımda olan insanlardan bahsediyorum. Tam da işte tamamen yapayalnızım bu dünyada diye düşündüğüm anda içine düştüğüm o karmaşada beni boğulmaktan kurtaran süper kahramanlar.

İşte tanıdığım tüm süper kahramanlardan uzakta, kapitalist düzenin yaşama telaşı denilen döngüsünün içinde sıkışıp kaldım. Bu öyle bir döngü ki beni içine hapsetmekle kalmıyor, benim haricimdeki herkesi de bir bir hayatımın dışına çıkartmaya çalışıyor sanki. Bazen durup düşünmek için bile vaktimin kalmadığı bu yeni hayatımda her şey çok aceleci. Ben ise amansız rüzgârlarda adeta bir çarşaf gibi uçuşan hayatımın bir köşesinden sımsıkı tutuyorum sadece, yoksa uçup gidecek ellerimden.

Yine de bu hikâyede hakkını yemek istemediğim bir var ki benim için en kıymetlisi. Onu süper kahraman olarak değil de kendimden bir parçaymış gibi görüyorum. Doğduğumdan beri bıkmadan usanmadan bana hem ablalık hem dostluk hatta yeri geldiğinde annelik yapan bu kişi beni bu yabancı şehre yem etmemeye kararlı biri. Ne zaman ki kaybolsam (hem bu şehirde hem de kendi kafamın içinde) beni elimden tutup doğru yola çıkartıyor.

Konumuza dönecek olursak; alışmak gerekli belki, tam bilemiyorum. Yeni bir şehir, yeni bir düzen (hatta düzensizlik desem daha doğru ifade etmiş olurum), yeni insanlar… Acaba hayat döngüsü hep bir önceki zaman dilimini özlemekten mi ibaret yoksa içinde bulunduğumuz andan mutlu olmak da mümkün mü? Mesela bundan beş sene sonra da bugünümü özlüyor ve arıyor olacak mıyım?

Bazen öyle hissediyorum ki, özlem duygusu da sanki bir insan suretine bürünüp benimle birlikte yürüyor bu sokakları. Evimden, sevdiğim insanlardan uzakta hiç bilmediğim bir şehirde olmanın verdiği yalnızlık hissiyle baş başa kalmam gerekiyor. Zaman zaman ezberlediğim otobüs güzergâhlarını ve aylardan Mart olsa bile bulutların arkasından çıkan ufacık bir güneşte arkadaşlarımla kendimizi attığımız çimleri çok özlüyorum.

En çok özlediğim şeylerden biri de evime giden, sağlı sollu upuzun ve geniş yapraklı ağaçlarla kaplı, sanki bulunduğum dünyadan beş dakikalığına kopmuşum gibi hissettiren o yol. Belki de eninde sonunda evime çıkacağını bilmenin verdiği güvenden dolayı huzur dolu hissetmemi sağlayan aslında herkes için sıradan sayılabilecek bir asfalt yol… Hani ayaklarımızın bizi kendiliğinden götürdüğü yerler vardır ya bu tanıdık olma durumu gerçekten büyük bir nimetmiş, yeni anlıyorum. Şimdi üzerimde nereye gidersem gideyim ayaklarımın altından kayıp giden yolların beni çıkaracağı yeri tanımıyor olmanın verdiği hüzün var.

Yalnızca sevimsiz hislerimden bahsetmek biraz haksızlık olur tabii. İçimde hala saf bir heyecan var; belki öğreniyor olmanın heyecanı belki de hiç bilmiyor olmanın heyecanı, emin değilim. Dışarıya adımımı attığım anda bu dünyada tekim diyorum; kendi kendime yolumu bulmak zorundayım, düştüğüm yerde debelensem de eninde sonunda kendimi kaldırmak zorundayım. Hâlihazırda yaşıyor olmamın verdiği bir güç ve ne yaşayacağımı bilmememin getirdiği bir merak desem yanılmış olmam sanırım.

Pek tabii bu heyecan ve merak yalnız girmiyor hayatınıza; onlara her daim eşlik eden bir üçüncüleri var: korku. Olur da bu bilinmezlik korkusunu bir nebze olsun bastırabilir ve kabuğunuzdan çıkabilirseniz; hayatın size daha da fazla bilinmezlik ve korku getireceği su götürmez bir gerçek. Ancak bu sizi panikletsin istemem çünkü temkinli bebek adımlarının ardından gelen kendinden emin adımlar sizi usul usul kendi hayatınızın merkezine götürüyor.

Velhasıl yıllardır kapana kısılmış gibi hisseden ve kabuğundan çıkmayı bekleyen biri olarak söylüyorum ki aynı anda hem bu kadar heyecanlı hem de bu kadar özlemiş hissedeceğimi tahmin etmezdim. Kısacık insan ömrünün, şu kocaman dünyanın sonsuz zaman diliminde kaybolup gitmesi an meselesiyken hayatı bir yerlerinden yakalamak için uğraşmak da gökyüzündeki yıldızları saymaya çalışmak gibi. Ama öğrendiğim şeylerden biri de şu ki; acele etmeye hiç gerek yok çünkü daha sabaha çok var.

Bu yazıyı beğendiyseniz, bunun gibi başka bir düşünce yazımıza  buradan ulaşabilirsiniz!

Editör: Gülbin Daldal

Öne Çıkan Görsel: Muzli

Yorum Bırak