Gençlik yıllarındaki insan, sınırsız bir hayal gücü ve yoğun bir yaratma heyecanıyla ödüllendirilmiş olsa da bunları kullanmak için gerekli olan hayat tecrübesinden mahrum bırakılmıştır. Nadiren de olsa, bu özellikleri kullanabilmekle kalmayıp insan doğasına dair yoğun bir içgörü taşıyan insanlar çıkar. Böyle insanlardan birinin eline bir kalem almaya karar vermesi, edebiyat dünyasını korku kültürünün en önemli yaratıklarından biriyle tanıştırmıştır. Bu bilim kurgu ve korku edebiyatının yapı taşlarından biri olan Frankenstein ’ın yazarı on dokuz yaşındaki genç bir kadındır.
Mary Shelley, iki dahi yazarın kızıydı. Dünyaya yoğun bir hayal gücü ve edebiyata doğal bir eğilim ile gelmişti. Bu özelliklerinin doğal bir sonucu olarak ürkütücü şeylerden, özellikle hayalet hikayelerinden çok hoşlanıyordu. Kendisi gibi yazar arkadaşlarından korku hikayesi yazmak üzere dostça bir yarışmaya girme önerisi geldiğinde reddetmesi söz konusu olamazdı. Korku hikayesi yazmak Mary için biçilmiş kaftandı ve bu yarışma en ünlü eserinin doğumuna sebep olacaktı.
Frankenstein fikrini gördüğü bir kabustan almıştı. Hikaye dehşet vericiydi. Öylesine dehşet vericiydi ki korku edebiyatının baş köşesindeki yerini yıllarca korudu ve arkasından gelen pek çok sanatçıya ilham oldu. Yıllar içinde o kadar çok tekrarlandı, sahnelendi, düzenlendi ki; bu süreçte bir yerlerde Frankenstein’ın aslında ne olduğu unutuldu: İnsanın trajik ve evrensel öyküsü.
Frankenstein ilk bakışta bir yaratılış öyküsü olduğunu, Adem ve Havva’nın cennetten kovuluşunu anlatan epik şiir Kayıp Cennet’ten bir alıntıyla başlayarak belli eder:
Ey Yaratan, ben mi istedim, çamurumdan
Beni, insanı yoğur diye, ben mi yakardım sana
Karanlıktan beni çıkart diye?
Romanda anlatılan yaratılış, doğaya meydan okuyan Victor Frankenstein’ın ellerinde başlar. İnsanoğlunun ezeli düşmanı ölümü yenebilecek kadar parlak bir bilim insanı olan Frankenstein’ın en büyük kusuru, doğaya meydan okumasının sonuçlarını kaldıramayacak kadar bencil olmasıdır. Yoğun uğraşlarının sonunda laboratuvarında canlanan yaratık öylesine dehşet vericidir ki yaratıcısı onu gördüğü anda kaçıp gider. Frankenstein’ın “canavarı” veya Yaratık, gözlerini soğuk ve karanlık bir laboratuvarda yalnız başına açar.
Korku romanından bir canavarın yaratılış hikayesinde insanın kendi varoluşundan bir şeyler bulması kimilerine absürt görünebilir. Yine de Frankenstein’ı okurken insan kendini görmekten kaçamaz. Yaratık daha ilk anda terk edilmiş, dünyaya gelme sebebini dahi bilmeden yalnız bırakılmıştır. Mücadelesi insanınkinden çok farklı değildir: Varoluşunda bir anlam bulmak ve dünyadaki yerini keşfedebilmek.
“Yaratıcım nerdeydi? Beni terk etmişti ve ben de buruk yüreğimle onu lanetliyordum.” (sf.161)
Varoluşçu felsefede sıklıkla insanın dünyaya “fırlatılmış” olduğundan bahsedilir. Varoluşçu filozof Jean-Paul Sartre, bunu “varoluş özden önce gelir.” şeklinde genişletir. Yani insan dünyaya biraz amaçsız gelir, kendisine önceden verilmiş bir görev olmadığı gibi yaşadığı hayatın özünde bir anlamı da yoktur. Böylece ne olacağına karar vermek insana düşer. Sartre’a göre insan kendi eylemleriyle kendini tanımlama gücüne sahiptir. Frankenstein’da anlatılan birbirine geçmiş iki hikayeden biri de tam olarak budur.
Yaratık, dehşet verici görüntüsünün uyandırdığı izlenimin aksine kötü değildir. Tek arzusu -tıpkı hepimiz gibi- insanların arasına ait olabilmek, sevgi ve kabul görebilmektir. Bu arzusu için her şeyi yapmış; insanın dillerini öğrenmiş, duygularını ve mücadelelerini benimsemiş, hatta ona yardımcı olmaya çalışmış ama çabaları sonuçsuz kalmıştır. İnsan gibi var olmaya çalışsa da kabul görmemiş, insanlarla kısıtlı etkileşiminin her birinde düşmanlık ile karşılaşmış, çok istediği sevgi ve şefkatten mahrum kaldıkça dışlanmış, yabancılaşmış ve -kendisinin payına verildiği gibi- şeytanlaşmıştır. Bu aynı zamanda insanın doğasına yönelik bir sorgu ve sevgi ihtiyacından mahrum kalmanın sonuçlarına dair müthiş bir gözlemdir.
“Sevgiyi ve dostluğu hayal ediyor, ama hala dışlanıyordum. Sence bunda hiç mi adaletsizlik yok? İnsanlığın tamamı bana karşı günah işlemişken, suçlu olarak bellenecek tek kişi ben miyim?” (sf.265)
Varoluşçu felsefede sıklıkla vurgusu yapılan bir başka kavram sorumluluktur. İnsan kendi varoluşunu yaratırken kaçınılmaz bir sorumluluk hissiyle karşılaşır, tüm eylemlerinden ve varlığından tamamen kendisi sorumludur. Frankenstein’da Yaratık dünyada kendine bir yer bulmaya uğraşırken Victor Frankenstein korkunç eyleminin vicdani ağırlığıyla yaşamaya çalışır. Yaratma edimi tamamen bencildir ve yine aynı bencillikten ötürü eyleminin sorumluluğunu alamayıp yaratığına sırt çevirmiştir. Yaratık’ın yalnızlığının ve şeytanlaşmasının kaynağı; ikisinin de yıllarca acı içinde yaşamasının ve nihai ölümlerinin sebebi olmuştur.
Frankenstein’ı yazarken Mary Shelley’nin ne anlatmak istediğini tam olarak bilemeyiz. Belki insan doğasına yönelik müthiş tespitler yapmak gibi bir iddiası yoktu. Belki yaşamı, ölümü, insan varoluşunu ustaca anlatırken tek amacı kendi acılarını yatıştırmaktı veya gerçekten sadece çok korkunç bir hikaye yazmak istemişti. Amacı ne olursa olsun Mary’nin arkasında bıraktığı modern insanın bile benimseyebileceği gerçeklerle dolu ikonik bir edebiyat ürünüdür.
Yaratık’ın öyküsü, aidiyet hissinin insan için ne kadar hayati bir ihtiyaç olduğunu, bundan mahrum kalanların nasıl yabancılaşıp katılaşabileceğini göstererek anlatır. İnsanların arzularının ne kadar ortak olduğunu ve birbirimize nasıl ihtiyaç duyduğumuzu gösterir. Victor Frankenstein’ın öyküsünde ise bir uyarı vardır, aslında romanın alternatif bir başlığında saklıdır: Modern Prometheus.
Prometheus Yunan mitolojik kahramanıdır, tanrılara onlardan ateş çalarak meydan okumuş ve sonucunda cezalandırılmıştır. Bu başlık aslında Victor’un “tanrıcılık” oynamış olabileceğini önerir. Sevgi dolu bir ailede büyümüşken ve tüm geleceği önüne seriliyken trajik bir şekilde bencil hırslarının kurbanı olmuştur. Hem sahip olabileceği saadeti hem de sevdiklerini sonsuza kadar kaybettikten sonra kendi ağzından bu uyarıyı duyarız:
“Eğer kendinizi adadığınız çalışma, sevginizi zayıflatmaya ya da değerini hiçbir zaman yitirmeyecek basit zevklerden aldığınız hazzı yok etmeye başlamışsa o çalışma mutlaka kural dışıdır, yani insan zihnine aykırıdır.” (sf.71)
Mary Shelley, Frankenstein’ı yazdığında yolunun çok başındaydı. Buna rağmen o zamana kadar zorlu bir hayat yaşamış, sanatını acı dolu hayatından öğrendikleriyle harmanlayarak arkasında ölümsüz bir eser bırakmıştır. Görünüşte bir canavar hikayesinden insanın kendine dair bunca çıkarım yapabilmesi, şüphesiz edebiyatın birleştirici gücünün kanıtıdır.
Bu yazıda anlatılanlar ilginizi çektiyse bu yazıya da göz atabilirsiniz: İnsan mı Makine mi?
Kaynaklar
Shelley, M. (2019). Frankenstein ya da Modern Prometheus (3.baskı). (D.Akın, Çev.). Can Yayınları.
Sartre, J. (2020). Varoluşçuluk (30.baskı). (A.Bezirci, Çev.). Say Yayınları.
Öne Çıkan Görsel: Pinterest.com
Görsel 1: Wikimedia.org
Görsel 2: Imdb.com
Editör: Gülbin Daldal
Eline sağlık Bahar <3
Teşekkür ederim Vildan 🙂 <3
Aynı eser üzerinden, iki farklı bakış açısıyla aynı çıkarımı yapabilmiş olmak da insan oluşumuzun bir kanıtı sanırım. Eline sağlık Bahar. 🙂
Sanırım öyle, nasıl olsa hepimiz bir şekilde aynı şeyleri arıyoruz. Çok teşekkür ederim, senin de ellerine sağlık. <3
[…] yazıya benzer inceleme yazılarından birine buradan […]