Lost in Translation (Bir Konuşabilse / 2003)
Sadece kendi kaderlerini bir gizem olarak yaşayabilenlerin gerçek anlamda yaşadıklarına inanıyorum.
Olağanüstü Bir Akşam / Stefan Zweig
Kaybolduğunuz zaman bulunmak ister misiniz? İnsan nasıl kaybolur? Her gün gördüğünüz biricik eşinizi bir gün uyanır ve tanıyamamaya başlarsınız. Oysa tüm ömrünüz boyunca beraber yaşamaya, iyi günde de kötü günde de beraber olacağınıza söz vermemiş misinizdir? Eş(im) dediğiniz kişinin sizi tamamlayamadığını hissettiğinizde ondan uzaklaşır ve köşeye çekilirsiniz. Artık o kimse beraber gülüp eğlendiğiniz, beraber saçmaladığınız, hayata beraber meydan okuduğunuz kişi olmaktan çıkmıştır. Kendi hayatınızın düzeni içerisinde kaybolmuşsunuzdur, sizden olan çocuklarınızın bile sizsiz idare edebildiklerini görürsünüz. Siz sadece o çatı altında figüran olarak oynatılan bir oyuncak hatta hayaletsinizdir. İsminiz geçse de cisminizin yer alması, yokluğu ile birdir. Yaşarken ölmüş veya öldürülmüşsünüzdür. İşte o an kaçmak istersiniz. Uzaklaşırsam kıymetim bilinir belki diye geçirirsiniz içinizden. İnsanoğlu çiğ süt emmiş olduğundan bu kadar duyarsız, vurdumduymaz oluşuna alışmışsınızdır artık… Ancak bu seferki darbe “eşim, benim diğer yarım” dediğiniz kişiden gelince kendinizi dahi tanıyamamaya başlarsınız. Sudan çıkmış balığa döner, çırpınır durursunuz. Biri sizi alsın denize geri atsın istersiniz. Tek istediğiniz nefes alabilmektir…
Karakterimiz bu yalnızlığın ve kayboluşunun sonucunda başka bir coğrafyada başka bir kültürde kendisini bulmak istemiştir. Amerikalı aktör Bob, çok başarılı ve çok ünlü bir aktör olmasına rağmen bu ününün onun için bir anlamı yoktur. İçinde bir şeyler yitip gitmektedir ve bunu durdurabilecek gücü kendisinde bulamaz. Tükenmişlik sendromuna girmiş ve artık kendi mesleğine yabancılaşmıştır. Hayatın ona sunduğu süslü püslü sahneler, milyon dolarlar onun açlığını bastırmaya yetmez. Hatta bu şöhret artık onu tiksindirmektedir. Midesi bulanır. Toplumun tanıdığı kimliği budur ama o, bu değildir. Ya kimdir? İşte bu sorunun (ben kimim?) cevabını o da bulamamıştır. Japonya gibi kendi kültürel değerlerini yitirmiş, her realitesini sanala bağlamış bir toplumun içine düşmüştür. Burada da kendine tutunacak bir dal bulamaz. Düşkünlerin içinde tek yapabileceği daha da dibe vurmaktır. Gitgide psikolojik dengesi bozulmaya başlar. Evinden kaçtığını zannederken görür ki, asıl insanlardan kaçmaktadır. Çünkü onunla tokalaşmak isteyen kişileri dahi yorgunum bahanesi ile reddeder. Görünen odur ki iyice kabuğuna çekilen karakterimizi dışarıya çıkartmak hiç de kolay olmayacaktır. Ta ki barda gördüğü sarışın, tatlı kadın Charlotte’a kadar. Bakışırlar ve bir tatlı gülümseme bırakırlar birbirlerine. Bir insandan enerji ve güven alabilmeniz için gözlerinizin derinine sımsıcak bakması yeterlidir. Onlar da birbirlerine bu etkileşim ile yaklaşmaya başlarlar. Charlotte, genceciktir ve hayatın sillesini daha görüp geçirmemiştir. Bob ise yorgun, tükenmiş ve kendisine yabancılaşmıştır. İnsan genç yaşında iken tükenebilir mi? Charlotte üzerinde gördüğümüz üzere bunun mümkünatı vardır. Geceleri uyuyamamaktadır. Her zaman pencerenin önüne oturur ve dışarıyı izler. Ne yazık ki kendisini rahatlatabilecek bir manzara ile karşı karşıya değildir. Bina yığınları… İnsanoğlunun doğayı bozarak onu güzelleştirme sanatı(!) mavi ile yeşilin huzur verici rengini, ahengini bozarak onu grileştirmeye ne gerek vardır ki… Charlotte, eşi ile artık eski mutluluğunu yaşayamamaktadır. Evliliğinin yolunda olmadığını ve yanlış kişi ile beraber olduğunu fark etmiştir. Birçok kez birbirlerine “seni seviyorum” demelerine rağmen bu sevgi cümleciği söylenirken içinde taşıması gereken anlamı taşımamaktadır. Dile dolanan, alelade, bir umut bir şeyleri toparlayabiliriz diye sarf edilen, arkasına saklanılan bir cümleden başka bir şey değildir… İnsan sevdiğinin sevgisini süslü cümlelere gerek kalmadan hissedebiliyor olmalıdır. Sevgi yüreğin konuşmasıdır. Ancak artık Charlotte ile eşinin arasındaki sevgi sadece sözden ibaret olmuştur. Birbirlerine karşı artık açık değillerdir. Fotoğraf çekimi ile ilgilenen eşi sürekli Charlotte’u ihmal etmekte ve başka kadınlar tarafından yönetilmeyi sevmektedir. Birbirine yabancılaşan iki kimseden ne bekleyebiliriz ki bu saatten sonra…
Bob bir aktördür ve sadece bir içki reklamında oynaması ile ününe ün katacaktır. Ancak o bu işi öyle zoraki öyle istemsiz ve alaya alır şekilde yapar ki istenilen performansın elde edilmesi zaman alır. Hotel odasında anlam arayışı ile geçen saatler, ne kadar uğraşırsa uğraşsın uyumasına izin vermeyen düşünceler sonucunda kendisini her gece barda bulur. Bara her gidişinde Charlotte da oradadır. Yoksa o da kendisi gibi anlamını arayan bir yolcu mudur? Felsefe ile ilgilenmeyi bırakan, eşi ile mutsuz bir evliliği olan Charlotte ile zaman geçtikçe yaklaşmaya başlarlar. Ancak bu yaklaşımın adı nedir diye sorulunca verilecek cevap ‘“aşk” değildir… Birbirlerinin eksiklerini tamamlayan, sevgili ile dost arasında iletişimleri olan ve kendilerini birbirlerinde bulmaya çalışan iki insandırlar. Aralarındaki kuvvetli bağın sebebi budur. Birbirlerini sıkıcı ontolojik sorular ile bunaltmazlar, yormazlar. Birbirlerini eleştirmezler. Birbirlerinin yoklukları onların kendilerini eksik hissetmelerine sebep olur ama bu eksiklik eski hissettikleri eksiklik gibi acımasız değildir. Birbirlerinin varoluşu onlara güç verir. Büyük bir aktör hiç akılalmaz çılgınlıklar yapar. Herhalde, Stefan Zweig’in “Olağanüstü Bir Akşam” adlı eserindeki şu cümle geçer Bob’un aklından o an; “Ait olduğum kesimin normlarını ve kalıplarını boş bulduğum için artık ne kendimden ne de başkalarından utanıyorum. Onur, suç, günah gibi kavramlar bir anda soğuk, metalsi bir tını kazandı, bunları dehşete kapılmadan telaffuz edebiliyorum artık.” Gece gezmelerine, eğlencelerine katılırlar. Beraber sarhoş olurlar hatta beraber aynı yatağa yatarlar ama aralarında beklenildiği gibi bir cinsel yaklaşım olmaz. Film, anlatmak istediğini burada başarı ile gerçekleştirmiştir. İki insanı birbirine çeken şey bedensel hazlardan ziyade daha üst şeyler olmalıdır. Seyirciyi şaşkına çeviren bir olaydır bu. Birbirlerinin yanında olmalarının sebebi herhangi bir çıkar değildir. İki kaybolmuş kişi… İkisi de bulunmak isterlerken birbirlerini bulmaları sonucunda tamamlanmaktadırlar. Bob kaybettiği enerjisini bulmuş, hayattan ummayı bıraktığı hayallerine geri sarılabilmiştir Charlotte sayesinde. Hiçbir zaman kayboluşlarından bahsetmezler. Ağlanışlar, serzenişler yoktur filmde. Sadece kısa hayat hikâyelerini anlatırlar birbirlerine. Film dile dökülemeyen tam döküleceği anda geri saran kelimeler ile doludur. Hayatın kekemeliğini anlatır… Hayat bize söyleyemediğimiz birçok şey bırakır. İçimizde kalır sözcükler, dolar taşarız. Sarhoş olup beynimizi uyutmaya çalışırız. Bu uyuşukluk bir anlıktır. Beynimizi uyutsak da kalbimizi uyutamayız. Kalbimiz bize her zaman kırgınlıklarımızı anımsatır. Onu sol göğüs kafesimizden söküp çıkartmak ve kilometrelerce uzağa fırlatmak isteriz… Başaramayız… Kalp söyle der akıl dur der… Sürer gider bu iç savaş. Sonunda hayatta nefesi kesilmiş, dili dönmez bir halde kekeleye kekeleye kalmaya çalışırız. İçimizde olan ile hayatın, toplumsal normların bize sunduğu hayat aynı değildir. Yaşanmak istenilen ve yaşanılan hayat çoğu zaman farklı olmuştur. Hatta bazen yolunda giden bir şeyler ile karşılaşınca bu işte bir yanlışlık var der kendimizi çimdikleriz. Uyuyan dünyada uyanmaya çalışırız. Eğer dünya bu kadar uyku halinde olmasa idi biz, bu istemediğimiz hayatı yaşar mıydık? Belli bir yaşa gelince anlam arayışımız içerisinde rotamızı bulamayınca intihar etmeye yelteniriz. Hayat kendi dipsiz kuyusuna bizi de çekmek istemektedir. Ya intihar etmeyi de beceremezsek… Bedbaht dediğimiz hayatımızı ikiye katlamış olmayacak mıyız? Ya sakat kalacağız ya da daha kötümser hale düşeceğiz. Hayatın bize sunduğu bu kargaşanın içinden bizi tutup çıkartacak bir kimse olması gerekir. O kişinin, ermiş bir kimse olmasına gerek yoktur. Sadece o da bizim gibi yolda olsa yeter… Düşkünün halinden nasıl düşkün anlarsa, kaybolanın halinden de kaybolan kimse anlar.
Filmde anlattığımız bu olayları apaçık görebilmemiz mümkün değildir. Film boyunca eğlence peşinde ve oradan oraya koşturan iki kişiyi izliyoruz. Sunulmak istenen ise ‘hayat ile baş edemiyorsan onunla dalga geç’ sloganıdır. Kahkahalar ile dolu filmde tükenen iki hayata şahit oluyoruz. Çırpınışlarını, arayışlarını görüyoruz. Buldukları ve ihtiyaçları olan şey ise sadece kendilerini kayıtsız şartsız dinleyebilen, kim olduklarının bir öneminin olmadığını onlara hissettiren, onları bir tek insan olduğu için seven ve değer veren bir kalp, bir bakış, bir gülüş… Tüm sıfatlarınızdan, imgelemlerinizden sıyrıldığınızda sizin yanınızda yeniden olabiliyorsa bir kimse o zaman o; sizin eşiniz, dostunuz, sevgilinizdir. Kişi değerinin bilindiğini hissettiği yerde kalmak ister. Bob, artık Japonya’dan ayrılacağı zaman Charlotte ağlamaya başlar, onunla kalmasını ister. Ancak bunun imkânı yoktur. Eşi ve çocuklarının, işinin, ününün yanına gitmek zorundadır. Her şeye rağmen alışkanlıkları bırakmak zordur. Bob da özünü bulduğunu yerden ayrılmak istemez ancak o bir yıldızdır. Ne kadar kaçarsa kaçsın yine bu kapana kısılacaktır. Artık bu hayat ile nasıl başa çıkabileceğinin formülünü bulmuştur. Bu yüzden geride her zaman kendisine minnettar kalacağı bir kişi bırakıyor olsa da mutlu bir şekilde ayrılırlar. Birbirlerine sarılırlar ve Bob gider.
Hayat tüm kekemeliğine, kifayetsizliğine rağmen onunla konuşabilen iki kişi ile tanışmıştır. Her insan gibi bulunmak istenen Bob ve Charlotte bulunmuş ve hayat ile konuşabilmişlerdir…
Kaynaklar
Öne Çıkan Görsel: Vikipedi
Görsel 1: pxfuel.com
Görsel 2: imdb.com
Görsel 3: vimeo.com