Bergen

Kadın…

Cennetin ayaklarının altında olduğu, ayakları öpülesi varoluş…

Aynı zamanda yüzyıllardır ezilmiş, ötekileştirilmiş, insan yerine konulmamış varoluş…

İki farklı perspektif, iki farklı yaklaşım… 

Siz hangi taraftasınız?

Kadın olmanın biyolojik olarak sunduğu imkanlar dahilinde doğurabilme yetisine sahip olan yegane varlık ve doğurganlığı ile kuşakların devamını sağlayan yegane varlık…

Olmasaydın olmazdık kadın ideası…

Ama hayır,  kadınsın dizini kıracak çocuğunu doğuracak ona bakacak ve evinde oturacaksın!

Senin için yazılan şiirlerin/şarkıların, senin için aşılan dağların hiçbir önemi yok… 

Hepsi seni ele geçirene kadar!

Neler söylüyorsun öyle ele geçirmekte ne demek ben bir meta miyim?!

Sen ki başlık parası alınan sen ki yüz görümlülüğü istenen bir araçsın!

Neler duyuyor kulaklarım, sen ne dediğinin farkında mısın?

Hadi hadi elinin hamuru ile çok konuşma, ezberleri sen mi bozacaksın, sen mi tabuları kıracaksın?… 

Bir elimin tersine bakar!

Kalk çay kooooy!!! 

Nice şair, bestecinin dillere destan olan güzellemelerinden sonra bu senaryo kulak tırmalıyor değil mi?

Yıl 2022 hala kadın cinayetlerinin, çocuk gelinlerin, çocuk annelerin manşetlere düştüğü bir yüzyılda yaşıyoruz hem de medeniyet, modernleşme çağı içerisinde… Aaa tabi biz artık o kadar çok alıştık ki bu sahnelere olağan durumun olağan olayı, zap yapmaya devam edebilir, keyifle çayımızı içebiliriz…

Bergen…

Bergen filmi… Herkes gidiyor, muhakkak gitmeliyim diyerek gidilen ve filmin özünde anlatılmak istenilenin iki güne unutulacağından korktuğumuz tüyler ürperten, akıl almaz film…

Acıların kadını, sevdanın kurbanı olarak lanse edilen ama özünde sadece “var olmanın” sancısını çeken dünyaya kadın olmaklılık olasılığından katılan bir “insan” sadece…

Evet, cinsiyetimizi biz seçmedik ama bize sunulan cinsiyet bize çuval dolusu etiket, eziyet, tabu, geçmiş getirerek önümüzde savaşmamız gereken bir yığın engel getirdi… “Kadın” olarak doğmak bir suçmuşçasına erkek evladın arandığı ve özlemi duyulan erkek evlada kavuşulunca erkeğin “erkek adamın erkek evladı olur” diyerek babalığı tattığı, kadının “sonunda bir erkek doğurabildin” denilerek kadınlığının onaylandığı bir zihniyet yapısında kadın olmaktan nasıl tatmin olabilir ki bir kız çocuğu… 

Hele erkek çocuğunu düşünelim… 

Her şey onun için mubah, her şey ona altın tepsilerde sunuluyor… Erkek olmaklılık ile aramıza katıldığından dolayı toplumsal algılar, yapılar her alanda ona artı kontenjan açıyor… 

Şimdi bu erkek çocuğu “tüm güçlülüğü” elinde barındırdığını zannederken gayet mutlu… 

Ancak gerçeklik yüzüne tokat gibi vurduğunda afallayacak. Erkek olmanın “eli maşalı” olmak ile eş değer olmadığını deneyimlemek acı verici olacak…

Ayrımcılığın yüzyıllardır diz boyu olduğu insanlık yaşamında ayrımcılığın türevlerinin her geçen gün format değiştirip, gizil olarak bu zihinlerde kemikleşmiş kategorileri veya üstün olma arzusu hız kesmeden devam ediyor. Kadının ötekileştirilmesi ise hala devam etmekte. Bu sefer de sen feministsin diyerek yargılanır olunuyor. Bir olguyu fetiş nesnesi olarak imgeleyenlerin yargılanmasından bahsetmiyorum. Feminizm, kadın hakları gibi sosyolojik mevzuları savunan erkekler dahi ötekileştirilebiliyor. Bu ötekileştiren zihin yapıları ile savaşımız. Oysaki ne kadın olmak ne erkek olmak üzerine bu kadar tartışma yaşanmasına gerek var. Elbette  biyolojik olarak yatkınlıkları, özel durumları bir kenarda bırakıyoruz. Mesela sadece “insan olmak”, “insan hakları” olması gerekiyor. Yaratılış farklılıkları birimizi birimizden aşağı veya üstün kılmıyor. Dünya sahnesine “erkek” veya “kadın” kostümünde gelmiş birer insanız, biyolojik farklılıklarımız işin süsü püsü, senaryomuzun bir suflörü olarak değerlendirmek gerekiyor. 

Hümanist (insancıl) bakış açılarımızı kadın erkek diye kategorileştiren gözlüklerimizi çıkartabildiğimiz zaman yapabiliriz. Evrensel insan hakları bildirgesi ancak o zaman eşit, adil, özgür, bağımsız bir nitelik kazanabilir, amacına ulaşabilir. 

4 Mart 2022 tarihinde vizyona giren Mehmet Binay ve Caner Alper’in yönetmenliğini üstlendiği, baş rolünde Farah Zeynep Abdullah’ın oynadığı Bergen adlı filme baktığımız zaman hala medyada failin söylemlerinin yazılıp çizildiğini görüyoruz. Adana’da filmin yasaklandığını görüyoruz. Failin 15 yıldan 7 yıla ve sonunda da iyi hal indiriminden dolayı 7.5 aya hapis cezasının indirilmiş olmasını görmeyip hatta hala hayatını sefa sürüp geçirdiğini görmeyip onun söylemlerinin yayınlandığını görüyoruz. Haksız olanı haklı çıkartma çalışması mı, rating için piyasada kalma adına doğru yanlış bilgileri paylaşma çabaları mı bilinmez. Söylemelere göre “annesini öldüremediğim için üzüldüm, ben onu sağ koyar mıydım” diyen birisinin sözünün paylaşılması ve failin bunu söyleyebilme cesaretini gösterip hala ünlü ses sanatçısı Bergen’i karalama politikasına girmesi akıl almaz. İlişkide kim ne yapmış ne neden olmuş bu bizi ilgilendiren bir mesele değil hele sonuç cinayetle sonuçlanınca. Her ne olursa olsun kim sana bir canı alma hakkını veriyor? Burada asıl göz ardı edilen mevzu bir kişinin bir kimseyi öldürme eylemini gerçekleştirebilmesi. Hafifletici unsurlar suçu ve bu hastalıklı zihniyeti ortadan kaldırmak yerine pekiştiriyor. Öyleyse her fail mağdur edebiyatı parçalasın, kravat indirimi alsına geliyor mevzu… Bu olayı tersten düşündüğümüzde fail kadın, maktul ise erkek olsa da yine ortada işlenen cinayet için aynı şeyler söylemek mümkün. Bir insanı öldürme hakkı kimseye hiçbir koşul altında verilmiyor, verilemez. Asıl irdelenmesi gereken mevzu bu ve biz failin söylemlerini film sonrası halen duyabiliyoruz. Ne kadar içler acısı… Ne kadar trajik…

Sen Tanrısın, affedersin

Bağışlarsın, kulum dersin

Sen tanrısın, affedersin

Bağışlarsın, kulum dersin

Neler çektim, sen bilirsin

Sen affetsen, ben affetmem

Sen affetsen, ben affetmem…

Ve Bergen (15 Temmuz 1959, Mersin – 14 Ağustos 1989, Tarsus) nice besteleri ile arabeskin kraliçesi olarak bir ilke imza atarak en sevdiği işi yapmak, kendisini bulmak, kendisini var etmek istiyordu. Çok kısa bir zaman dilimi dünya sahnesinde ona ayrılmış olsa dahi kalplerimizde ve arabeskin nabzında silinmez yer aldı… Acıların kadını olmak değili kendi olmak istiyordu sadece… Başına ne gelirse gelsin, sadece tutkunu olduğu şeye sarıldı ve bu azminin mükafatını da aldı. Her ne kadar halen kendisinin hakkında birçok yalan dolan ve “nasıl o erkeğin peşinden bu kadar gözü kör gittin?” diye suçlayıcı hatta “eceleni kendin çağırdın” dercesine söylemler gelse de kimse arka planda yatan nedenleri, tehditleri ebediyen öğrenemeyecek… Varsayımlar ile arkasından konuşup her şeye rağmen ayakta kalışını alkışlayacağımıza hala arkasından atıp tutma çabalarına girişeceğiz. Her ne kadar annesi mezarını kafese kapatsa bile bizler onun ruhunu bu zehirli dilimiz ile rahat bırakmıyoruz… 

Bergen filminde de birçok kez vurgu yapılan baba yoksunluğu, babaya duyulan özlem, babanın yerini tutabilecek bir kişi aranması gibi nedenlerin yol açtığı sonuçların üzerine o zamanlar gidilebilse idi belki de Bergen halen aramızda olabilecekti. Ama kapitalist bir düzenin de kurbanı olan Bergen’in travmaları üzerine filmler çekildi, plaklar yapıldı… Psikanalist bir yaklaşım o zamanlar devreye girebilse, Bergen’in travmaları için uzman desteği almasına yönlendirilse zaten bu yönelimlerde bulunmayacak veya kendini daha da iyi koruyabilme imkanı bulabilecekti. Suçlu aranacaksa ancak bu suçlu onun yanında olup onun iyiliğini kendi menfaatlerinden daha fazla istemeyenler olacaktır… 

Sesi, yorumu, kendine has duruşu ve karakteri ile bir imaj yaratan adeta bir iyilik meleği olan Bergen’in arkasından söylenebilecek çok bir şeyimiz olamaz… Sadece bestelerini, yorumunu dinleyerek onu içselleştirebilir, onunla empati kurabilir ve sadece erkeklerin değil sektörün de yaldızlı dünyasına nasıl düşmememiz hakkında farkındalık kazanabiliriz…

Ağzına, yüreğine, varoluşuna sağlık Bergen…

Yaşamak ne güzeldir

Ah, eğer insan severse…

Seni seviyoruz Bergen, var ol!…

Kaynaklar

Öne Çıkan Görsel: superhaber.com

Görsel 1: superhaber.com

Görsel 2: cnnturk.com

Görsel 3: boxofficeturkiye.com

Leave a Reply